Göç; Tarih, Kriz, Fırsat

Cenk SARIGÖL Göçmen Hakları Sosyal Uyum Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
Göç; Tarih, Kriz, Fırsat
Bir kişi ve grubun yaşadığı yeri can, mal, hürriyet ve nesil güvenliği endişesi ile terketmesi veya terke zorlanması ile başlayan sürece GÖÇ, bu zoraki zor değiştirmeye icbar edilen insanlara da GÖÇMEN denir.Bu tanım içinde sadece otoriter devlet baskısı ve yaygın gücün zorbalıkları kadar, açlık, kuraklık, doğal afetlerde vardır. Yani göç başka bir diyara, kendini daha güvende hissedeceği yere geldiğinde aslında çıkış noktası olarak bir sonuçken vardığı yer açısından yönetilmesi gereken bir olgudur. Bu olguyu yönetebildiğiniz kadar krizi fırsata çevirebilir veya yeni bir sorun olarak boğuşursunuz.
Tarihsel genel kabul Türklerin doğal vatanları Türkistan coğrafyasından büyük bir kuraklık neticesi batı ve güneye doğru hareketlendiğidir. Yüzyıllar süren bu göçün Asyadan Avrupaya, Hint yarımadasından Kuzey Afrikaya dünya tarihine çok önemli olduğu aşikardır. Hunların Avrupaya, Babürşahların Hindistana ve Oğuzların Ortadoğu ve Anadolu’ya yeni yönetim anlayışları, disiplin ve düzenle bir medeniyet bilinci oluşumuna katkıları düşünüldüğünde bu özellikleriyle göç aynı zamanda tarih yapıcı bir işleve sahiptir.
Yaşadığımız yer ve bunun etrafında oldukça geniş bir coğrafyaya hükmeden Osmanlı Medeniyetinin 1.Cihan Harbi ile ortadan kaldırılması veya durdurulmasından çok önce 1699’yılında Karlofça Anlaşması ile küçülme, kendi hinterlandından geri çekilme sürecinin başladığını biliyoruz. Geri çekilme Osmanlı kadim halklarınında devlet sınırlarına hareketini beraberinde getirdi. Özellikle 1789 Fransız İhtilalinin imparatorluklar çağını sona erdirecek ULUSÇULUK akımlarının dünyada hızla yayılması ve ayaklanan her etnik grubun ana hedefinin önce Osmanlı Devlet otoritesi hemen ardından Müslüman halklara yönelmesi oldu. Bunu zorbalıklar, katliamlar, baskılar, ev ve ekinlerin yakılması, hayvanların telef edilmesi izledi. Kendi otonomluğunu kazanan her ulus ise bir nevi iç temizlik politikası izleyerek, kendi sınırlarında kalan kendilerine benzemeyen kim varsa ya yok etmeye ya da sınırları dışına göçe zorladılar. Çok kültürlü, çok dilli, çok renkli imparatorluklar çağı yeni yetme, tahammülsüz ulus devletçikler eliyle hoyratça yok edildi.
Osmanlı’nın kendisinden önceki ataları Selçuklular gibi asyadan gelen kandaşlarına yönelik iskân politikasını sürdürdüğü hatta bunu Balkanlara ve adalara taşıdığını biliyoruz. Osmanlı, atalarından farklı olarak isyan eden aşiretleri de bu iskan politikasında verimli kullanmış, Karamanoğulları başta olmak üzere Anadolu’da isyan ve birbiriyle çatışan aşiret ve beylikleri yeni feth ettiği bölgelere özellikle de Rumeli coğrafyasına iskana ya teşfik etmiş veya yerleşmeye icbar etmiştir. Bununla birlikte II. Mehmet (Fatih)’in İstanbul’un fethi ile hızlanan fütüvvet ile hem kendisine hem de devlete gelen büyük özgüven ülkesine yeni insanları davet etme konusunda oldukça cömert hale gelmesini sağladı. Mehmet Han dünyadaki bilim ve ilim adamlarına, tacirlere, meslek erbaplarına mektuplar, elçiler göndererek ülkesine davet etti. Bunların en meşhurlarından birisi Ali Kuşçu’yu davetidir ki bu olun ilme gösterdiği hürmet kadar cömert tutumunu da gözler önüne serer; “Sen oradan (Semerkant) yola çık, attığın her adımı ve dahi atının adımlarını say. Buraya (İstanbul) geldiğinde hem rasathanen hem de adımlarınca akçe seni bekliyor olacak”. Diğer taraftan Bosna’nın Forjnica şehrinde aynı ismi taşıyan Fransiyen Kilisesinde Mehmet Han’ın çevre coğrafyalarda baskı gören bu Hristiyan topluluk mensuplarına verdiği ve bir güvence olarak, bir hırkasını da gönderdiği biliniyor. Bu mektup ve Ahidname hala burada muhafaza ediliyor ve klişe rahipleri tarafından özenle korunup, saklanıyor.
Fatih Mehmet Han’ın 1463’ün 28 Mayıs’ında yazıldı not düşülmüş Ahitnamesinde;
‘…Ben ki Sultan Mehmed Han’ım, halkımın tamamına ve devletimde üst düzeyde bulunanlara málum olsun ki, işbu fermanımla Bosna rahiplerine lûtfumu arttırıp yeri ve göğü yaratan Allah’ın hakkı için, ulu Peygamber hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç hakkı için şöyle buyurdum:
Bu kişilerin yaşadıkları yerlere ve kiliselerine kimse mani olmayacak, sıkıntı vermeyecek ve herkes yerinde kalacaktır. En başta yüce hazretim bulunmak üzere vezirlerimden ve kullarımdan ve halkımdan hiç kimse bu kişilere, canlarına, mallarına ve kiliselerine taarruz etmeyecek, onları incitmeyecek; Ve dahi bunların dışarıdan topraklarımıza gelerek buraya yerleşmelerine mani olunmayacak. Taa ki ricale uysunlar, haksızlığa meyletmedikleri sürece din, can ve mal emniyetleri bize emanettir.
Yukarıda bahsi geçen kişiler için himmet buyurup lûtfettiğim bu fermanımda yazılı olanlara muhalefet etmeyenler bana iyi bir şekilde hizmette bulunmuş ve emirlerime uymuş olacaklardır”
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarihli bir Kararıyla ilan edildiği düşünülürse ondan 485 yıl önce verilen Fatih Ahitnamesindeki güvencelerin değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Elbette bunları yazmamızın bir sebebi var ve ona daha sonraki satırlarda geleceğiz. Fatihten yalnızca 10 sene sonrasından Endülüs Emevi devletinin yıkılması ve Hristiyanlar dışında tüm inanç mensuplarının kılıçtan geçirilmeyesiile başlayan, gerileme dönemi ile hızlanan göçleri kabaca sıralayalım;
1492 yılında onbinlerce Yahudi ve Müslüman İspanyol enginizasyonlarından ve katliamlarından kurtarılarak Osmanlı topraklarına taşındı.
1709 yılında İsveç Kralı Şarl ve beraberindeki 2 binin üzerinde hamiyetinin gelişi,
1848’de iç savaşı kaybeden Macar Prensi Lajos Kossuth ve beraberinde ki 3 binin üzerinde mahiyetinin sığınması
1856 – 1864 yılları arasında Rus işgali ve katliamlarından kaçan 2 milyonun üzerinde Kuzey Kafkasya halkları ve Kırım Tatarları,
1878-1912 yılları arasında Bulgaristan’dan 350.000 Türk göç etmek zorunda kaldı.
1917 Bolşevik Devriminin ardından Vargel’in 135 bin kişilik taraftarıyla Osmanlıya sığınması,
1922 – 1938 yılları arasında Yunanlıların Lozan’da Mübadele isteği ile nüfus değişimi yapılmış ve 384 binin üzerinde Müslüman Türkiyeye gelmişti.
1923’den 2. Dünya Savaşına kadar Balkanlardan 800 bin Müslüman ülkemize göç etmek zorunda kaldı.
1950-1951 yılındaki Bulgaristan’dan gelen 154 bini aşkın göçmen
1968-1979 yılları arasında da “Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması” çerçevesinde 116.521 kişi Türkiye’ye göç etmiştir. Bu anlaşma dışında da aynı tarihler içinde 130 bin kişi daha Türkiye’ye göç etti.
1984’e gelindiğinde Tudor Jivkov asimilasyonun yeterince hızlı ilerlemediğini düşünüyordu ve 1984’te sert asimilasyon dönemini başlattı. Camiler ibadete kapatıldı. İsimler değiştirildi, mezar taşlarındaki Müslüman isimleri bile değiştirildi ve Belene Kamplarında Müslüman azınlık işkencelere maruz kaldı. Dönemin Başbakanı Turgut Özal “Açık Kapı” politikası izleyeceğini NATO Toplantısıda dile getirdi ve bunu Bulgar faşist rejimide destekleyince 1989’a kadar 475 binin üzerinde göçmen geldi.
1988 yılında Saddam rejiminin Kürtlere uyguladığı kimyasal katliamlardan kaçan 51 bin 542 kişi
1991 yılında ABD ve Müttefiklerinin Irak’ın işgali ve Saddam’ın devrilmesi ile sonuçlanan 1. Körfez Savaşının kaotik ve güvensiz ortamından kaçan 467 bin 489 kişi,
1992- 1998 Bosna savaşından kaçan 20 binin üzerinde savaş mağdurunun kabülü,
1999 yılında Kosova’da meydana gelen olaylar ve Sırp çeteleriden hayatını kurtarmaya çalışan 17 bin 746 kişi
1999-2000 yıllarında Mekedonya’da Sırp ve Arnavut kökenlilerin çatışması ve güvensiz ortamdan kaçan 10 bin 500 kişinin gelişi,
2011 Nisan ayında Suriye’nin Dera şehrinde ortaokul çocuklarının duvarlara yazdığı özgürlük taleplerini içeren sloganlara müteakip, Eset Rejiminin kendi halkına, göstericilere gerçek mermi kullanarak karşılık vermesi ve protestoların yoğunlaştığı şehirlere varil bombaları atmasıyla başlayan iç savaşa ABD, Fransa, İran ve Rusya’nın dahil olmasıyla ‘Vekaletler Savaşında arada kalan halkın Türkiye’ye sınırına hareketi başladı. Bugüne kadar rejimden veya IŞID, PYD / PKK, El Nusra, HaştiŞabi gibi terör örgütlerinden kaçarak ülkemize sığınanların sayısı 4 milyona yaklaşıtı.
2021 yılında ise zaten azar azar olan Afgan göçü ise ABD’nin on yıllardır süren işgalin ardından ani bir karar ile mücadele ettiği ve terör örgütü olarak tanımladığı Taliban ile anlaşması ve Afganistan’ı Taliban ve dolaylı olarak Peştun azınlığa terketmesi bu ülkeden göçü hızlandırdı. Bugün ülkemizde yarım milyona yakın Afgan göçmen var.
2022 yılında Rusların Ukrayna’ya saldırmasının ardından Türkiye’ye gelenlerin sayısı 55 bine yaklaştı.
Ortaasya Türki Cumhuriyetler, İran rejiminden kaçmış olanlar, Afrikalılar, Mısırda seçilmiş hükümetin bir darbeyle devrilmesi sonucu kaçanlar, ülkemizde okuyan öğrenciler ve çalışma izni ile uzakdoğudan AB ülkelerine kadar gelen yabancıların sayısının 6 milyonun üstünde olduğu tahmin ediliyor. Sadece ülkemize öğrenci vizesiyle gelenlerin sayısı 125 bin civarındadır.
Yukarıdaki kaba kronolojiye baktığımızda ki kaba olması adalardan, Girit başta diğer adalardan, Gürcistan ve Romanya’dan mevsimlik işçi olarak ülkemize gelenler, Sudan ve Etyopyadan tarım işçisi olarak ülkemize yerleştirilenler vb. bu tabloda kendine yer bulamadı. Burada belirtmek istediğimiz Anadolu tarihine baktığımızda bunun aynı zamanda bir göç tarihi olduğu gerçeğini vurgulamaktır. Anadolu nasıl göçlerle yoğrulmuş bir coğrafya ise Türkiye Cumhuriyeti’de bir göç kuşağının, etiyle, tırnağıyla, kanıyla canıyla tutunduğu bir yerdir. Bu sebeple Türk Milletini oluşturan unsurlar etnik aidiyetten çok bir millet şuuruna sahiptir. Göçmenlik ve göç hikâyeleriyle büyümüş her nesil gibi kaderimiz yine değişmedi ve göç hikayeleri devam ediyor. “Alamanya Acı Vatan” dedikleri gibi sadece biz göç almadık, göçte verdik. Hatta öyle ki bugün ülkemizde yaşayan insanların %67’si doğduğu yerde yaşamıyor. Köyden kente göçün hızlandığı 1950 sonrası artık tarıma dayalı bir ekonomimiz yok. Tarımda veya kırda yaşayan insan sayımız %20’lerin altındadır.
Bugün dünyada 85 milyona yakın insan göçmen konumundadır. Birleşmiş Milletlere üye 193 ülke olduğu düşünüldüğünde bu göçmenlerin %4.5 gibi önemli bir oranının ülkemizde bulunması gerçekten büyük bir rakamdır. Türkiye II: Cihan savaşından sonra dünyanın gördüğü en büyük göç hareketine maruz kaldı. Kendi göç tarihine ve demografik yapısına baktığımızda kolayca üstesinden geleceğini söyleyebileceğimiz yoğun insan akınına karşı oluşan tepkilere baktığımızda milli hafızanın günümüze kısmen yansıdığını görürüz. Çünkü her dönemin ve devrin kendine münhasır şartları var.
Öncelikle insan bilmediğinden korkar. İnsan karanlıktan koyuluğundan dolayı değil, göremediği bilinmez korkularını dürtüklediği için fobileri oluşur. Göçle gelen insanların dilini, akrabalık ilişkilerini, neye kızıp, neye öfkelendiklerini, kısmen kültürlerini yabancıladığımız için çekiniriz. Diğer taraftan cumhuriyet tarihimizin uzun bir dönemi Arap düşmanlığı ve nefreti körüklenerek geçtiği için Suriye göçmenlerine bu bilinçaltının yansımaları olmuyor değil. Söz gelimi en büyük 3 metropol şehrimizin işlek caddelerinde neredeyse tüm mağaza isimleri ve reklam panoları batı dillerindedir ama insanlar Arapça tabeladan rahatsız olur.
Elbette ekonominin bozulduğu her durumda ve her coğrafyada ilk göze batanlar göçmenler olur. İşsizlik, salgın hastalıklar, kültür yozlaşmasının faturası hep göçmenlere kesilir. Bizde de aynısı oluyor Covid19 Pandemisiyle sarsılan dünya piyasaları elbette bundan bağımsız olmayan Türkiye’yi de etkiliyor. Satın alma paritesinde ki her düşüş göçmen karşıtlığını yükseltiyor. Peki gerçekten öyle mi? Dünyaya göz attığımızda göç alan ülkeler daima gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdir. Göç ekonomik kalkınmayı hızlandırır tabii göçü yönetebildiğiniz ve özgüveninizi oranında… Sultan Fatih Han döneminde demografik yapı gözetilerek, yapılan iskan politikalarının başarısı sarsılmaz devlet otoritesi kadar bu özgüvenle ilişkilidir. Göçmenin genelde iki karakteri hep göze batar. Biri çok çalışıp, az harcar ve sürekli ev, arsa, tarla, bağ, bahçe sahibi olmaya gayret eder. İkincisi ise çok çocuk sahibi olmak. Aslında her ikiside insanın doğasının gereği olarak, geldiği bu toprakta kök salma gayretinin bir parçasıdır. Şu dükkan, bu bahçe, bu semtte ki ev, “filanca mahallede arsam var” demek aslında “ben de artık burada mal mülk sahibiyim bakın bu sahipliklerimle ben bunu hakettim” der. Çok çocukta aynı şekilde yarın onlar büyüdüklerinde dünürleri, gelinleri, damatları, onların akrabaları ile sağlanan her irtibat göçmeni geldiği topluma bağlamanın, kabul görme aparatlarının bir parçasıdır.
Konu uzun yer dar. Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanmış bir çalışmada “İhtiyaçlar Pramidi” ortaya koydu. Buna göre, İnsan ilk önce can ve malını kurtarmak veya güvenceye almak ister, sonra karnını doyurmak daha sonra giyinmek ve ardından barınmak. İlk 4 sıralamanın ardından ise bulunduğu toplumda kabul görmek, inanç ve kültürel değerlerini yaşatmak, eğitim, sağlık, fırsat eşitliği, hukuksal eşitlik vb. devam eder… Türk Toplumu olarak bizler meşhur Maslow teorisi veya Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk 4 ayağında çok iyiyiz. Hatta uluslararası yardım kuruluşlarımızın da bu konuda ki başarısı su götürmez bir gerçek. Çünkü bizler kapımıza gelen kanlımızda olsa korur, aç görsek doyurur, çıplak görsek giydirir, ayazda kalmışı barındırırız. Fakat iş kişinin hak arayışına destek olmaya, topluma eşit ve adil şekilde katılımı konusunda uyum süreçlerine desteğe geldiğin de ne yazık ki aynı başarıyı gösteremiyoruz. Bunun sebebi ise Maslow hiyararşisinde ki ilk 4 basamağın toplumumuz tarafından ALLAH(cc) Rızası olarak görülür destek olunurken, hak arayışları, eşitlik talepleri, uyum çalışmalarına el vermek bu kapsamda kabul görmez.
Oysa GÖÇ dediğimiz olgu genelde 3 aktörlüdür. Muhakkak ki önce göçmenin varlığı, ardından göçmenin içine geldiği Yerli Halk ve Kamu Otoritesi (devlet). Devletimiz kamu hizmetlerine erişim açısından ciddi olanaklar sağladı. Göçmenler geldikleri topluma uyum konusunda istekli fakat bizler galiba Yerli Halkı ve süreçler konusunda onu bilgilendirip, uyum çalışmalarına dahil etmekte geç kaldık. Bu geç kalmışlığa bazı ırkçı tavırlarıyla bir kısın siyasilerin dahil olması ve sürecin politize edilmesi inanın hiçte iyi olmadı. Üstelik bu siyasi ÜMİT vadetmeyen figürlerin bazılarının sosyal medya yalanlarından bazılarını bizzat bir STK olarak bizler yakaladık ve silmek zorunda kaldı. İnsan göçmen karşıtı olabilir ama YALAN, İFTİRA atıyorsa bu düpedüz AHLAKSIZLIKTIR.
Bugün yaşadığımız sıkıntıların önemli kısmı işte bu Ahlaksızlıklar ve yerli halkın uyum süreçlerine katılmasında ki geçikmişliğimizdendir. Yoksa göçmenler ne ekonomiyi kötü etkiler ne de geleceği daha karanlık kılar. Öyle olsaydı bugün Türkiye olmazdı.
-
HBB, TARİHİ FENER KULESİNİ IŞIKLANDIRDI
-
HBB’DEN, SÜHEYLA TEYZE’YE ANLAMLI ZİYARET
-
HBB, ESKİ KURUMSAL LOGOLARINI DEĞİŞTİRDİ
-
HBB, 2025 AİLE YILI’NDA ÖZEL BULUŞMA GERÇEKLEŞTİRDİ
-
HBB, TRAFİK HAFTASINDA ÇOCUKLARIN YÜZÜNÜ GÜLDÜRDÜ
-
HMKÜ’DE YANGIN EĞİTİMİ